Floresan ışıklar titriyor. Yerde çöpler. İdrar, ter ve başka tanımlanamaz sıvıların keskin kokusu. Arada kalmış yüzler. Metro, bir sahne. Hayatı yeraltında taklit eden…
1992 ile 1995 yılları arasında Mark McEvoy, Round Midnight adlı serisiyle Londra metrosunu gece 11’den sonra fotoğrafladı. Gecenin ve gündüzün yüzlerinin tek bir yerde kesiştiği o anları yakaladı. Karanlıkta bir bakış; gece insanlarıyla gündüz insanlarının varoluş nöbet değişimi. Onlar uyurken diğerleri uyanıyor, diğerleri uyanırken onlar rüya görüyor. Şehir bu yüzden hiç uyumuyor.
Bu fotoğraflar, metronun hikayesini anlatıyor, kelimelere ihtiyaç duymadan. Punklar, aşıklar, beyaz yakalılar… Hepsinin hikayesi, objektifin sessiz bakışında açığa çıkıyor.
“Tüm dünya bir sahnedir ve bütün kadınlar, erkekler sadece birer oyuncu.”
Düşündüğünde, var olmak başlı başına bir performans. İnsan, biçimlendirildiği kalıba göre oynamak zorunda. Ya da şanslıysa, kendi biçtiği kalıba göre. Ama kalıp, ne yaparsan yap, hep oradadır. Her şeyi kuralı kuralına yapan kalıplarını benimseyen biri de olsan, istasyon duvarına işeyen bir punk da olsan, fark etmez.


Bedenlerimiz birer kap; özlerimizse onlara nefes verir. Doğaları gereği sınırlılar, bu yüzden kalıplar kaçınılmaz. O bedenlere ruh üfleyen öz, kendi gerçeğini ifade etmek zorunda. Ve bunu yapmalarının tek yolu ise performanstır. Var olmak, sahneye çıkmaktır. Eğer tüm dünya bir sahneyse, seyirci kimdir? Çizgi bulanıklaşır.
Metro bir sahne, kapıları kalın bordo kadife perdeler, yolcular oyuncular, McEvoy ise anlatıcı. Aynı mekanda var olan gerilimi, ikiliği yakalar. Bazı hikayeler kelimelere ihtiyaç duymaz; bu fotoğraflar, o hikayelerin çoğunu taşır.
McEvoy, fotoğraf çekmeden önce her zaman izin isterdi. Kimi görülme fikrini severdi, kimi reddederdi. Kimi ise sessizce, kaderine razı olurdu.
“Alkolün etkisindeki gece ekibi, daha az çekingen olur, kameraya poz vermekten keyif alırdı,” diyor McEvoy. Bu ekiplerden biri, objektife kalçasını gösterir. Tek bir deklanşör sesiyle, o aptallık anı sonsuza kadar mühürlenir.

“Onlara biraz mesafeyle yaklaştım ve fotoğraflarını çekebilir miyim diye sordum,” diye hatırlıyor. “İçlerinden biri ayağa kalkıp bağırdı: ‘Tabii, şunu çek o zaman!’ Sonra arkasını döndü ve kıçını gösterdi.”
Metro, tüm zıtlıkları tek bir nehirde birleştiren bağlayıcı bir sembol. Aslında hiçbir şey birbirinden o kadar farklı değil; hepimiz aynı yeraltında yolculuk eden yolcularız.
İster kalıplara direnip kameraya kalçanı göster, ister sevgilinle öpüşmeye devam et, ister sessizce durup kalıpları kabullen… Ne yaparsan yap, kapılar kapanacak ve kendini başka bir yerde bulacaksın.



