‘Madwoman’ motifi serbest bırakılmış, idealize edilen erkek figürü ise içi boş bir kabuğa dönüşmüş. Duygular parçalanıyor; bedenler kanla, sümüksü beyaz bir sıvıyla kaplanıyor. Bir ilişki duvara toslayıp çıkış kalmadığında… Belki de gerçek tehdit canavar değildir. Belki de asıl korkmamız gereken, bir zamanlar mektuplar yazdığımız, idealize ettiğimiz kişiye yabancılaştığımız andır.
Possession’da (1981) Anna, varoluşsal ve ruhsal bir çöküşün içinde; mutlu eş, kutsal anne performansını sürdürmek artık boğucu bir imkansızlığa dönüşmüş. Kocası bir açıklama istediğinde söyleyebileceği hiçbir şey yok, çünkü bazı çöküşler anlatılmaz, yalnızca yaşanır. Ve Mark cevap ararken, biz Anna’nın harap bir apartmanda mürekkep-balığı formunda, kana bulanmış bir yaratık “yaratmakla” meşgul olduğunu görüyoruz. Ona ait bir Frankenstein…
Başta, bu dağılmanın “normal” tarafı Mark gibi görünür. Ama film ilerledikçe o da çöküşe teslim olur. Kimliği boşalmaya, Anna’nın taşkınlığını yansıtmaya başlar. Sonunda her iki taraf da aralarındaki duygusal ve fiziksel şiddetin grotesk birer yansımasına dönüşür.
Zulawski, Possession’ı kendi boşanmasının ortasında yazdı ve o yaratığı, çığlıkları, tuhaf sıvıları bir kenara bıraktığınızda geriye kalan aslında oldukça yalın: Bir evliliğin parçalanışı, kurduğunu sandığın ailenin çöküşü ve zihnin kendini koruyabilmek için bölünmek, çoğalmak, mutasyona uğramak zorunda kalması.
Hiç bir ilişkide —arkadaşlık, evlilik, situationship ya da kendinle olan bağında— o ansızın gelen yabancılaşmayı hissettin mi? Mark ve Anna’nın yaşadığı soğukluk aslında hepimizin aşina olduğu bir duygu. Anna’nın tünelde çığlık ata ata market poşetlerini tekmelemesi… Hepimiz o sahnenin verdiği duyguyu içimizde yaşadık; sadece bizimki onunki kadar dramatik değildi.
Doppelgängerler —Anna’nın meleksi ve Mark’ın tuhaf sakinlikteki hali— sevdiğin birinin bir gün yabancıya dönüşme anını simgeliyor. Bir zamanlar ait hissettiğin kişinin artık yalnızca bir siluetten ibaret olması… Asıl korku bu değil mi? Canavar değil; sevginin tanınmaz bir şeye mutasyona uğradığı, tanıdığın kişiye yabancılaştığın o an.
İzlerken absürtlüğün neredeyse kasıtlı bir provokasyon olduğunu hissedersin. İlk anda seni ittiğini sanırsın, ama aslında adım adım içine çeker. Filmin bir boşanma hikayesinin en operatik, en grotesk yorumu olduğunu kabul ettiğinde ise her şey bir anda yerine oturur.


Ve belki mesele tam olarak bu. Belki de her karede, her harekette, her damla kanda bir anlam aramayı bırakmalıyız. Belki de sadece hissetmemize izin vermeliyiz.