Peki ya mutluluk bir virüs olsaydı? İnsanın aklına kolay kolay gelmeyecek bir soru. Vince Gilligan’ın (Breaking Bad’in yaratıcısı) Apple TV’deki yeni dizisi Pluribus tam da bunun peşine düşüyor. Hikaye, Dünya’ya ulaşan gizemli bir sinyalin insanlığı “Others” adı verilen huzurlu ve tek bir bilinçte birleşmiş bir topluluğa dönüştürmesiyle başlıyor. Carol ise bu dönüşüme direnebilen yalnızca on üç kişiden biri. Yani memnuniyetin zorunlu olduğu, bireyselliğin ise kolayca silindiği bir dünyanın istemeden de olsa sözcüsü haline geliyor.
Pluribus, kıyameti bildiğimiz şekilde sunmuyor. Yıkım yerine, insanlığa bitmeyen bir mutluluk armağan eden bir sinyal var karşımızda. Bu etki bir virüs gibi yayılıyor; çatışmalar yok oluyor, yalnızlık buharlaşıyor, korku unutuluyor. Fakat bütün bu huzurun içinde kaybolan çok temel bir şey var.
Rhea Seehorn’un canlandırdığı Carol Sturka dizinin duygusal merkezini oluşturuyor. Dünya kolektif bir bilince teslim olurken Carol hâlâ insan kalmanın bütün ağırlığını taşıyor. Kusurlarıyla, kaygılarıyla, huzursuzluğuyla… Bağışıklığı bir avantaj değil, neredeyse bir yük gibi. Çünkü insan kalmak çoğu zaman rahatsızlıkla barışmak anlamına geliyor.
Pluribus’ı ilginç kılan şey mutluluğu sorgusuz bir iyi hal olarak kabul etmemesi. Mutluluğu bulaşıcı bir durum, insanın duygusal yapısını yeniden şekillendiren bir etki olarak ele alıyor. Ve şu basit ama sarsıcı soruyu ortaya atıyor: Seçmediğin bir mutluluk, gerçekten mutluluk sayılır mı?
Others adı verilen topluluk her şeyi paylaşıyor. Anıları, dürtüleri, hatta yaslarını… Bireyler arasındaki sınırlar yok oluyor, mahremiyet anlamını yitiriyor. İnsan deneyimi çelişkilerden oluşan bir mozaikse, bu yeni düzen tüm çıkıntıları törpülüyor. Ortaya huzurlu görünen ama ürkütücü bir tekdüzelik çıkıyor.
Peki herkes her şeyi biliyorsa arzu neye dönüşür? Merak neye dönüşür? Bir hayatı diğerinden ayıran o küçük kıvılcım nereye gider? İşte dizi burada kültürel bir eleştiriye dönüşüyor. Zaten algoritmaların benzeştirdiği, pozitifliğin dayatıldığı, sürekli bağlı kalmanın normalleştiği bir dünyada yaşıyoruz. Pluribus, kendimizi kaybetme korkumuzu, kolaylığın karmaşıklığa üstün gelmesinin cazibesini ve duygusal pürüzlerin giderek ortadan kaldırıldığı bir geleceğin yarattığı sessiz endişeyi yüzümüze tutuyor.
Carol’ın direnişi bir hikaye unsuru olmaktan çıkıyor ve kusurlu benliği savunan bir duruşa dönüşüyor. Memnuniyetsizliğin bazen yaratıcı olabileceğini, rahatsızlığın çoğu zaman üretime yol açtığını, yalnızlık ve çatışmanın kültürü besleyen hammaddeler olduğunu hatırlatıyor.
Pluribus, ne kolektif bilinci şeytanlaştırıyor ne de tek başınalığı yüceltiyor. İki uç noktayı aynı anda elde tutuyor. Mutluluk bir salgın gibi yayılabilir, evet. Ancak anlam dediğimiz şey, seçimden, çabadan ve belirsizlikten doğduğu için çoğaltılamaz.
Dizi sonunda bizi duygusal çeşitliliğin değerini düşünmeye çağırıyor. Mükemmel bir kolektif mutluluk mümkün olsa bile gerçekten ister miyiz? Sanat, hayal gücü ya da insanlık neye dönüşür tamamen bilinen bir dünyada?
Pluribus cevap vermiyor. Bunun yerine daha kıymetli bir şey bırakıyor: rahatsız edici bir düşünme hali. Sorgulamaya, konuşmaya, belki de direnmeye yol açan bir his. Virüsler yayılır, topluluklar büyür. Ama gerçek mutluluk ancak tanımını kendimizin yaptığı bir mutluluk olduğunda anlam kazanır.
