Alper Bahçekapili

MusicFebruary 1, 2016
Alper Bahçekapili

Müzikle aynı anda muhtelif açılardan ilgilenen, sıkı müzik dinleyicisi, yazarı ve hatta yöneticisi Alper Bahçekapılı’yla İstanbul ile müzik arasındaki ilişkinin seyrini konuştuk. Varılan sonuç: Birkaç eksiğimiz var ama durum hiç de fena sayılmaz. Müziğimiz susmamış.

Bazı konuları yakından takip etmek, genelinden birkaç basamak daha özeline bakmak için bazı isimlere gidersiniz. Şayet bu böyleyse, konu İstanbul ve müzik olunca akla düşecek ilk isimlerden biri hiç şüphesiz ki Alper Bahçekapılı olur. Çok uzun yıllardır müzikle alakalı bir yerlere eli, kelimeleri ve etkisi değiyor Alper’in. Çoğu yakın dostlarından oluşan müzisyen çevresi, senelerdir takip ettiği konserler ve dinlediklerine dair yazdığı yazılar ile Türkiye’nin İstanbul merkezli müzik ortamını aynı anda hem şekillendirenlerden, hem de onun tam ortasında durarak; tarafından şekillendirilenlerden biri oluyor. 15 yıldır gazetecilik yapan Alper’in görüşlerini son birkaç yıldır Birgün gazetesindeki köşesinden takip ediliyor, ancak bu Alper ve müziğe dair bilinen açılardan yalnızca biri aslında. Çünkü ötesi var: Dört sene boyunca Nokia’daki müzik servislerini “Eğlence Müdürü” başlığı altında yönetip; aynı işi bir süre de Microsoft’ta yapan Alper, şu anda da 31 ülkede aktif olan bir streaming servisinin, MixRadio’nun, Türkiye müdürlüğünü yapıyor. Yani gerek profesyonel, gerekse dinleyici olarak, yaşamının dört kenar ve köşesinde müzik, müzik ve müzik var. “Birinde kurumsalda, diğerinde ise izleyici safhındayım” diyor.

Alper’le konuşurken ister istemez en çok müzik yazarlığının başladığı anı merak ediyoruz. Seneler önce, Türkiye’de böyle bir meslek türü henüz doğru düzgün zikredilmiyorken dahi, insan yolunu nasıl buluyor? “Aslında eğitim olarak gazetecilikle ya da müzik yazarlığıyla alakası olmayan bölümlerde okudum. Bursa’da Uludağ Üniversitesi’nde İşletme’den mezun oldum. Ardından da Marmara’da Product Management & Marketing, Bilgi Üniversitesi’ndeyse -halen teziyle uğraştığım- Cultural Management bölümlerinde iki ayrı yüksek lisans yaptım. Bursa’da öğrenci olduğum yıllarda bu şehirde müzik adına ilgimi gerçekten çeken pek de fazla bir şey yoktu. Buna tezat olarak vaktimiz çoktu ve bu konuda bir şeyler yapmak istiyorduk.”

“2001’de, Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda PJ Harvey konserine gittiğimiz bir gece vardı. O gece adını Radiohead’in çok sevdiğimiz Lull adlı parçasının ardından koyacağımız bir dergi çıkartma fikri doğdu. Dört kişi işe koyulduk. O yıllarda Roll ve Blue Jean’den başka pek müzik dergisi de yoktu. Biz de biraz daha farklı bir şey yapıp hissettiğimiz bu boşluğu doldurmak istedik” diyor. Amatör bir merakın bir anda profesyonel bir iş yaşamına evrilmesi böyle oluyor.

Her kültürel ürün, bir diğerinin önünü açar, destekler hale geliyor. Zincirleme gidiyor. Böylece bir kitle oluşuyor, konser mekanları bu üretimi yapan kitlenin takipçileriyle daha da çok doluyor, hal bu olunca yenileri açılıyor.

Sonrasında o zamanlar bir gazetecilik okulu sayılan Aktüel dergisinin son yıllarına yetişip Mehmet Tez, Mansur Forutan, Yiğit Karaahmet, Yenal Bilgici, Selçuk Tepeli gibi meslektaşlarıyla birlikte çalıştığı dönem geliyor. “Dergilerin hala çok sattığı, internetin yayıncılık açısından henüz pek de yaygınlaşmadığı yıllardı” diye anımsıyor.

2,5 sene sonras Alper, Mehmet (Tez), Melis Danişmend, Ayhan Abayhan ve Yeşim Tabak’ın bir araya gelip, Alper’in bugün “Etrafımızda müzik adına olanları derinlemesine anlamaya ve anlatmaya çalıştığımız ve bunu büyük ölçüde başardığımıza inandığım bir yerdi” diye andığı, 2,5 senelik kısa ömründe Türkiye’nin müzik toprağına sağlam tohumlar eken ve zihinleri açan Rolling Stone dergisi süreci geliyor. Editörlerden biri olarak her şeyle, ama bilhassa da röportajlarla ilgilendi. Zaten kariyeri sürecinde Woody Allen, Morrissey, Kraftwerk, Manic Street Preachers ve daha birçoğuyla röportaj yapabildiği için kendini her daim şanslı adlediyor. Kurumsal olarak müzikle ilgilenip; gazete ve dergilere yazılarıyla katkıda bulunmaya devam ettiği yılların içinden yürüyerek ise bugünkü Alper’e varıyoruz.

İstanbul hiç ağırlamadığı kadar sıklıkla büyük isim ve grupların izlendiği, canlı müzik mekanları sayısının arttığı, yerli indie rock müzik adına nefis şeylerin yapıldığı, neredeyse her gece iyi müzik için alternatifler sunan bir şehir statüsüne yükseldi. Bu sadece görünüşte mi böyle? “Görünüşte değil; sahiden bence bu böyle. Müzisyenlerin yaşadığı tüm sorunlara rağmen, son yıllarda üretim çok arttı. Daha geçen gün 2015’te yayınlanan yerli albüm listesine bakıyordum da; Yasemin Mori’den Palmiyeler’e, Can Güngör’den Nilipek’e o kadar fazla sayı ve iyi kalitede yerli albüm çıkmış ki. Rolling Stone’u yayınladığımız yıllarda yeni yerli müzisyenlere yer ayıran dosyalar yapmak istediğimizde bu konuda çok zorlandığımızı anımsarım. Bu çoğalmanın nedenlerinden biri, kaliteli içerik hazırlayan, iyi beste yapan müzisyenlerin sesini teknoloji sayesinde eskiye oranla daha fazla duyabilmemiz. Bu kültür oluşmaya başladıkça her kültürel ürün, bir diğerinin önünü açar, destekler hale geliyor. Zincirleme gidiyor. Böylece bir kitle oluşuyor, konser mekanları bu üretimi yapan kitlenin takipçileriyle daha da çok doluyor, hal bu olunca yenileri açılıyor.”

“Eskiden, Moda’da yaşadığım yıllarda pek de fazla sayıda canlı performans mekanımız yoktu mesela. Şimdi bakıyorum Dorock ve Kadıköy Sahne bir harika, Moda Deniz Kulübü’nün yanında bile şu sıralar inşaatı devam eden yeni bir sahne daha var. Önceden İstanbul’da konserleri belli organizasyonlar yönetiyordu, en başta Pozitif ve IKSV’yi sayabiliriz- ki onlar da bence belirli bir kitleyi yıllarca kültürel açıdan eğitti- ancak artık bireysel girişimler de çok. Artık bu tip devasa kurumların yanında, görece ufak kültürel girişimciler de İstanbul’un müzik ortamına ciddi katkılarda bulunuyorlar. Bunun yanı sıra açılan yeni salonları düşünüyorsunuz; Volkswagen Arena, akustiği ve organizasyonu ile hatasız bir mekan. Babylon Bomonti, Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi (PSM) de olağanüstü. Tüm bu göstergeleri alt alta koyunca, evet, İstanbul’un müzik ortamı son derece aktif diyebiliriz. Son yıllarda uluslararası müzisyenlerin İstanbul’u ziyaret etme sıklığını ve yerli müzikteki artan üretimi de düşünürsek, şehre eklenen konser mekanlarının da etkisiyle bu şehirde bir şeyin eksikliğini çektiğimi bir dinleyici olarak- şahsen pek söyleyemem” diyor.

Senelerdir devam eden ve şehri müzikle besleyen İstanbul Uluslararası Müzik Festivali, Akbank Caz Festivali, İstanbul Uluslararası Caz Festivali başta olmak üzere köklü festivallerin olmasının kıymeti de elbette tartışılamaz. Ancak sözünü ettiğimiz bu optimist tablo İstanbul’un bazı eksikleri olduğu gerçeğinin üstünü de örtemiyor. Rock’n Coke festivalinin bitmesi ile ilgili Alper bir dinleyici olarak büyük bir sponsorun çıkıp konuyu yeniden ele almasını kalpten temenni ediyor. “Tüm bu yeni mekanların ve kültürel ivmenin aksine eskiye dair birçok şeyi kaybediyor olmamızsa en önemli sorunlardan bir tanesi” diye de ekliyor. “Rant uğruna yitirdiğimiz ya da ideolojik çıkarlar yüzünden atıl duruma düşen olağanüstü mekanlarımız var. İstanbul’daki kültürel üretim katlanarak artsa da, AKM, Emek Sineması gibi birçok kültürel mirasımızı da kaybediyoruz, kaybettik.”

İstanbul müzik tarihinin önemli konserleri arasında Parkorman’daki Morrissey ve Massive Attack’ı, Harbiye Açıkhava’da Paul Weller’ı, Maslak Venue’de Sonic Youth’u, ayrıca U2, Daft Punk, Rammstein, Stevie Wonder konserlerini unutamıyor. Müzik haberlerini Consequence of Sound, Under The Radar, Pitchfork, Gorilla vs Bear, Sputnik Music, Metacritic, Flavorwire, Nowness ve The Guardian’dan izliyor. Bu yaz İspanya’daki Primavera festivalinde saatler öncesinden gidip en önden sıra kaparak The Strokes’u ve Rock En Seine’de Tame Impala’yı izlemenin verdiği mutluluk hala yüzünden okunuyor; “Oasis’i canlı izlemeyi de çok isterdim, toplansınlar diye bekliyorum” diyor, keşke bir de Thom Yorke ve Noel Gallagher ile röportaj yapabilse, çok sevinecek Alper. O zaman yazıyı belki de şöyle bağlamak gerekiyor; umalım ki bu isimler İstanbul’a gelsinler ve biz dinleyelim, Alper de önce dinlesin, sonra röportaj yapıp köşesinde yazsın ve biz de okuyalım, okuyalım.

Fotoğraf: Tabitha Karp

Author: Işık Cansu Canayak

RELATED POSTS