Hikaye Anlatıcılığının Form Arayışı

Arts & CultureAugust 10, 2021
Hikaye Anlatıcılığının Form Arayışı

Türkiye’deki film ve dizi endüstrisi son yıllarda, dünyanın geri kalanında olduğu gibi, hızla şekil değiştiriyor. Bir yanda geleneksel medya hala varlığını sürdürürken, diğer tarafta yerel ve global dijital platformlar izleyicilerin dikkati için büyük bir iştahla yarışıyorlar. Yeni mecralar ve yeni formatlar, kendi kahramanlarını ve kazananlarını yaratıyor. Film ve dizi endüstrisinin bu yeni evreninde kimi temel yaklaşımlar eskiye nazaran çok değişmese de, kimileriyse yıkılıp baştan yaratılıyor. Tüm bu olan bitenin çok küçük bir fotoğrafını çekme teşebbüsü bu yazı. Film ve dizi endüstrisinde kendi alanlarında değişim yaratan, başarılı altı ismin, üretimlerine nasıl yaklaştıklarına ve geleceği nasıl gördükleri dair bir arayış bu…

AZRA DENİZ OKYAY/ Yönetmen

İlk uzun metraj filminiz Hayaletler’in hem izleyici, hem de festivaller nezdinde konulduğu yer ve kazandığı başarı size neler düşündürdü?

Filmimizi pandemi sırasında, Nisan 2020’de Venedik Film Festivali keşfetti. Biz yollamadık. Filmi izleyip “Biz bu filmi almak istiyoruz” dediler. Süper prodüktörüm Dilek Aydın ile, bir James Bond filmi edasında bitirdik her şeyi. Venedik’e filmi günlerce sabahlayıp, ses post prodüksiyonunu son anda bitirerek yetiştirdik. Eleştirmenlerin Büyük Ödülü’nü aldıktan sonra da kendi kendine yolunda akmaya devam etti. Çok mutluyuz ve gururluyuz tabii.

Yaşadığınız toplum bir yönetmen olarak yaratım sürecinizi nasıl etkiliyor?

Kendi kendini yetiştirip kendi laboratuvarımı kurmak dışında başka şansım yoktu diyebilirim. Sizi etkileyen filmi yapma faktörlerinin dışında tabii ki sizi çok büyük darbelerle etkileyen günlük yaşam koşulları da var. Bir sanatçı olarak bunların neresinde durduğunuz ve bunlara nasıl yardımcı olabileceğiniz önemli olmaya başlıyor bence. Bütün filmi bir halı dokuması gibi işlemek benim için önemliydi. Yönetmen olarak farklı mecralarda çalışınca, kısa filmden deneysel filme, bunun uzun filmde ritimden kaybetmeden, kendi olanaksızlıklarınızla da, bir bina yapımı gibi, bir boyuta taşımaya çalışıyorsunuz. Dilek ile o zor çekim günlerinde, en ufak bir risk olur diye hep başka alternatifleri de çalıştık. Görüntü yönetmenimiz Barış (Özbiçer) ve kurgucumuz Ayris (Alptekin) ile çekime başlamadan aynı masaya oturtup senaryoyu ilmik ilmik gözden geçirdik. En ufak detaylar benim için çok önemliydi. Bu filme adadık kendimizi. Bir şeyleri değiştirebileceğine inanmak kadar umut vaat etti bize.

Kentsel dönüşüm, kadın hareketleri, göçmen sorunları, politik kutuplaşma, sınıfsal ayrımcılık dahil, birçok farklı konudan beslenen bir sinema diliniz var. Tüm bu toplumsal meseleleri yansıttığınız sinema anlayışınızın temelinde ne var?

Bu filmde, bir konuyu incelerken bir konuyu öbüründen kesinlikle ayıramayacağım bir sorumluluğa özellikle geldim. Şu an Türkiye’deki yönetim sisteminde karanlık ağların ve noktaların tamamen birbirine girmiş olduğuydu vurgulamak istediğim. Film kendi içinde domino etkisi yaratıyor, bu da izleyiciye bıraktığım bir sorumluluk. Siz bunun neresinde duracaksınız? Bir sanatçı olarak bunu sorgulatarak bir şeyleri değiştirmekti fikrim. Dalay Lama’nın da dediği gibi “Devletler bir şeyler yapabilir ama asıl gerekeni kişiler yaparlar”. En önemlisi de yönetmen olarak bu figürleri bir savaş fotoğrafçısı gibi arşivleme niyetimdi.

Size göre bir hikayeyi ve filmi iyi yapan şey nedir?

Yenilikçi olması. Estetik ve politik fikrini sonuna kadar cesaretle ve samimi bir şekilde götürebilmesi. Önyargılarınızı kırdırtacak, nefes aldırtacak, film bittiğinde sizi uzun süre düşündürtecek bir şey olması… Filmin içinde yaşıyormuşsunuz etkisi yaratması…

Türkiye sineması günümüzde nasıl bir yerde duruyor? Mevcut üretimi nasıl değerlendirirsiniz?

Fon ve destekler de gelmediğinden sinemamızda yeni soluklar halen çok az. Birbirine benzeyen konuları da çok kalıplaşmış ve cinsiyetçi buluyorum. Mesela kadın karakterleri hiçbir işlevi olmayan nesnelere dönüştürüp evin içine hapsedip öylece bırakıyorlar. 80’lerde bile çok daha dolu dolu şeyler izleyebileceğiniz karakterler vardı. Şu an anlamsızca aynı otobanda gidiyoruz gibi geliyor bana.

Gerçekleştirmeyi düşündüklerinizi de hesaba katarak, sinemanın geleceğine dair size neler heyecan veriyor?

Bu dönem özellikle geçiş süreci bence. Kıstırıldığımız ve özgürlüğümüzün tamamen elimizden alındığı bu pandemi sürecinde, bakış açıları ve üretim başka bir form almakta. Elimizde ne var ve bunu nasıl iyi kullanabiliriz, bunu görmeye başladık. Üretimler form değiştiriyor. Mesela tiyatro oyunları film oluyor. Mini diziler üretiliyor. Çok belgesel izleniyor. YouTube sansürsüz bir televizyona dönüştü. Çok büyük bir görsel açlık da yaratıldı tabii ve buna göre servis verilmeye başlandı. Limitsiz bir dünyayı sermeye başladık ve bu çok değerli.

ONUR GÜVENATAM/ OGM Pictures CEO , Yapımcı

Atiye, Masumlar Apartmanı, Kırmızı Oda, Hakan: Muhafız gibi birçok popüler dizide yapımcı olarak yer aldınız. Sizce bu yapımlar tüketildiği, izlendiği toplumları nasıl etkiliyor?

Türkiye gibi çok dizi tüketen toplumlarda seyirciler izledikleri dizilerle son derece derin, son derece gerçek bir bağ kuruyor. Bir adım öteye gidersek; fan kültürünün en yaygın olduğu coğrafyalardan birindeyiz diyebilirim. Biz de izlenen dizilerin ne kadar içselleştirildiğinin bilincindeyiz ve elbette bunun bize yüklediği sorumlulukla da hareket ediyoruz. Özellikle son dönemdeki “psikolojik drama” olarak adlandırabileceğimiz işlerimizin bu anlamda iyi bir örnek teşkil ettiğini söyleyebilirim. Kısacası; hikayesi bitmeyecek bir coğrafyada yaşadığımızın ve üretilen her içeriğin muhatabını, tüketicisini bulduğunu bilerek çalışmaya devam ediyoruz.

Yapımcılığını üstleneceğiniz dizileri seçerken hangi kıstasları gözetiyorsunuz?

Hep farklı şeyler yapma peşinde koşuyorum diyebilirim. Şu ana kadarki üretimlerimiz gerçek insan hikayesi odağında devam ediyor ama fark yaratacak her hikayeye açığız. Mevcut seçimlerimizden bahsedecek olursak; insana dokunan, farkındalık yaratan, özdeşlik kurduran, doğru ve farklı bir üslupla anlatılan işler bizim için ön planda. Hem izleyicide bulduğu karşılık, hem de üzerimize düşen sorumluluk bizi bu hikayeleri çoğaltmak için kamçıladı. Aslında cesur, ezber bozan, iyi temellendirilen ve yenilikçi tüm işlere açığız diyerek noktalayayım.

Dijitalleşme ve tüm bu içerik platformları yapımcılığı nasıl değiştirdi?

Eskiden yapım şirketleri sadece TV’ye ya da sinemaya iş yapıyordu. Global dijital platformların Türk pazarına girmesi ve yerel platformların sayısının artmasının Türkiye’deki film ve dizi sektörü açısından sadece niceliği değil niteliği de artıran çok kıymetli bir gelişme olduğunu düşünüyorum. OGM Pictures olarak global dijital platformlar için pek çok yapıma imza attık ve dijital platformların sunduğu olanakların öneminin bilincindeyiz. Dijital platformlar aracılığıyla ürettiğimiz içeriğin, farklı coğrafyalardan insanlara ulaşması elbette ki müthiş bir fırsat. Ancak geleneksel TV kanalları da halen sektörde son derece önemli bir yerde duruyor. Kısacası gerek dijital platformların gerekse geleneksel TV’nin kendine özgü dinamikleri var ve hiçbirinin seyircisini azımsanmamalı.

Diziler ve filmler global bir izleyiciye artık kolayca ulaşabiliyor. Yaratıcı süreç bundan nasıl etkileniyor?

Nitelikli iş yapabilmek ve uluslararası standartları yakalayabilmek için çok daha fazla çaba ve emek gösterildiği kesin. O sebeple yaratıcı ekipler de bu motivasyonla daha özenli ve daha istekli çalışıyorlar.

Dünyanın geri kalanı ile karşılaştırdığınızda Türkiye’deki dizi sektörünü nasıl değerlendirirsiniz?

Türk dizi sektörü genele indirgendiğinde; daha çok dram türünden beslenen, duyguların baskın tutulduğu bir anlatıma sahip. Ancak, dijital platformların baskınlaşmasıyla farklı türlerde de çok iyi içerikler üretilebileceği ispatlandı. İnancım o ki; yakın zamanda drama dışında çok daha farklı janrlarda da iyi içerikler yapacağız. Çünkü iyi hikaye anlatıcılığı ve bu hikayelerin yayınlanabileceği platformlar hızla çoğalıyor.

Film ve dizi dünyasının geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Önümüzdeki dönemlerde sektörün ana odağının iyi hikaye anlatmak olacağını düşünüyorum. Eskiden de bu önemliydi tabi, ancak artan çeşitlilikle bu daha da önemli hale gelecek. Artık derdini, meselesini daha az zamanda daha fazla duyguyla anlatabilen içerikler sektörün öncülerinden olacak. Bunun nedeni, izleyiciye sunulan içeriklerin artışı, izleyicinin ise vakit ve odaktaki sınırlılığı. Bu çokluk içerisinden ayrışmak işimizin en zorlayıcı kısmı olacak. Artık, yapımlarımızda çok fazla şeyi bir araya getirmek zorundayız. Sadece içeriğin iyiliği değil, zamanlaması, yayınlandığı konjonktür gibi birçok unsuru da okuyabilmemiz gerekecek.

SEZİN AKBAŞOĞULLARI/ Oyuncu

Canlandırdığınız karakterler sizi gerçek hayatınızda nasıl etkiliyor?

Bu aslında hangi disiplin içinde çalışıyorsam ona göre değişiyor. Örneğin bir tiyatro provası dönemindeysem, çalıştığım karakterle daha derinlemesine ilişki kurma şansım oluyor. Karakterin duygu durumu beni daha çok etkiliyor. Bir filmde ise, yönetmenin çalışma şekli oyuncunun yöntemini belirliyor. Genelde kısıtlı zaman ve teknik kısımlar sebebiyle, karakterle aramda daha mesafeli bir ilişki oluyor. Özel hayatıma yansıyan kısmı, oynadığım karakterden çok, o ara yaptığım işle ilgili hissettiğim başarı ve tatmin duygusu üzerinden gerçekleşiyor. Yani kendimi başarılı ve güvende hissediyorsam, özel hayatımda da keyfim yerinde ve olumlu bir ruh halinde oluyorum. Eğer işler yolunda değil gibiyse, üretim anlamında tehlikede hissediyorsam, kendi hayatıma da bu durumun gerginliğini yansıtıyorum maalesef.

Sizin için bir karakteri unutulmaz kılan şey nedir? Oynamaktan en çok etkilendiğiniz karakteriniz hangisiydi?

Tatmin hissi sanırım. Rolü seviyor olmam, onunla uğraşmam, geliştiğimi hissetmem, çalıştığım insanlara bu anlamda güvenmem ve ortaya çıkan sonuçtan memnun olmam benim için o çalışmayı unutulmaz kılıyor. Maggie’yi (Kızgın Damdaki Kedi) oynamaya çalışmak benim için unutulmazdı. Evlat da oyun olarak vardığı nokta, seyirciden aldığı karşılık ve çalışma arkadaşlarıma bayılıyor olmamın etkisiyle, unutulmazlarım arasında. Kral (Soytarım) Lear da keza öyle. Cesur ve Güzel’de oynadığım Cahide’yi ve bütün o süreci de çok sevmiştim. Bıraksanız saymaya devam ederim, biraz ayran gönüllü biriyim.

Bir oyuncuyu sizce iyi ve gerçekçi yapan şey nedir?

Öncelikle inanma kapasitesi bence. Berbat bir işin içinde pırıl pırıl parlayan bir oyuncu görmüşlüğümüz vardır. Çünkü büyük bir inanmışlık içinde, kendini adamıştır yaptığı o şeye. İnanmak büyünün başlangıcı diyebiliriz yani. Ama tabii ki çalışmak, yönetmen, çalışma arkadaşları, senaryo ve hatta işin pazarlama aşaması da performansı bir hayli etkileyen unsurlar.

Kamera karşısında ya da tiyatro sahnesinde olmak sizin için neden değerli?

Çünkü olmasam çürürmüşüm gibi hissediyorum. Çalışmayı seviyorum. Çalıştığımda kendimi canlı hissediyorum. Yaşamla bağ kuruyorum, çalışmaktan anladığım bu, başka bir şey bilmiyorum açıkçası. Şimdilik durum bu.

Birlikte çalışmaktan en etkilendiğiniz isim kimdi?

Galiba tek bir isim veremem. Çalıştığım ya da hayatımdan geçmiş, hala hayatımda olan birçok isim var bana birçok şey öğretmiş olan. Her ne kadar inatçı bir yapım olsa da, kendimi her zaman deneyime ve öğrenmeye açık tutuyorum.

Her mesleğin, sinema sektörünün de evrim geçirdiği bu çağda sizce oyunculuk da yenileniyor mu?

Oyunculuk, yönetmenlik, yazarlık hatta yapımcılık; bunlar dinamik meslekler. Hayatın, zamanın ruhuyla doğru orantılı gelişmesi gereken ve beklenen meslekler. Oyuncunun da tabii ki kendini yenilemesi, dinamik tutması gerekir. Yoksa eskir, sıkıcı hale gelir. En kötüsü muhafazakarlaşmak bence. Yani eskiye tutunup yeniyi hor görmek, yetersiz ve eksik bulmak. Bir Instagram hesabı açıp 1 milyon takipçi edinmekten bahsetmiyorum tabii. Sanırım bunun reçetesi izlemek, okumak, gezmek, kendini geliştirmeye, meraklı olmaya devam etmek, belki yeni bir dil öğrenmek, tango yapmak… Bunlar yenilenmenin reçetesi, bunlar yapıldığında yerinde saymak pek mümkün olamaz gibi.

EFE ÇAKAREL/ MUBI CEO, Kurucu

Dijital içerik servisleri sizce dünyamızı nasıl değiştirdi?

Streaming servisleri aslında bir ihtiyaç sonrasında ortaya çıkıyor. Fiziksel mekanlara bağlı kalmadan, kendimizi bir anda dizüstü bilgisayarımızda diziler izlerken bulduk. Film seyretmek için DVD’ciye gidiyorken, “Bu filmi internette nereden bulabilirim” demeye başladık. Tüketici deneyimi çok hızlı değişti. Bu bence film sektöründe önce
bir düşüşe sebep oldu. Müzikte de bunun aynısını hissettik. Ama sonrasında tüm bu dijital platformlar film dünyasını son derece sağlıklı bir hale de getirmeye başladı. Sinemaya gitmeye devam ediyoruz. Ama bir yandan da dijital platformlar çok hızlı ve sağlıklı şekilde büyüyorlar.

Bu dijital servisler filmlerin, dizilerin, içeriklerin kendisini nasıl şekillendiriyor?

Benim dünyamda, yani film dünyasında, MUBI için fazla değişiklik yok. Dizi dünyasında ise seyirciyi ekranda tutabilmek için farklı yaklaşımlar var. Bizim üzerine gittiğimiz ‘güzel’ sinemada; yaratıcı, yönetmen, nerede yayımlanacağına pek bakmadan, bağımsız bir şekilde yaklaşıyor sinemaya. İçerik bence film dünyası için değişmiyor.

Film endüstrisinin geleceğinden neler beklemeliyiz?

Sağlıklı büyümeye devam edecektir. MUBI, Netflix, Amazon, Disney servisleri inanılmaz hızlı, güzel büyüyor. Netflix 250 milyar dolarlık bir şirket. Bu kadar ciddi bir değere sahip olunca, içeriğe de ciddi bir yatırım yapılıyor. MUBI bunların yanında elbette küçük ama biz de milyonlarca dolar yatırım yapıyoruz içeriklere. Sektör ekonomik açından sağlıklı. Bunun yanı sıra, filmler daha fazla insana ulaşıyor. Hele ki, bizim gösterdiğimiz filmler. Şanlıysan, İstanbul’da yaşıyorsan, İstanbul Film Festivali’ni yakaladıysan seyrediyordun bu filmleri. MUBI’yle biz bu tip filmleri daha fazla insanla buluşturmaya başladık. Hem maddi açıdan, hem de seyirci açısından çok güzel bir gelecek bekliyor endüstriyi.

Tüm bu platformların ürettiği ekonomik değer üzerine neler söyleyebilirsiniz?

Çok ciddi bir ekonomik gelir yaratılıyor. İngiltere’deki rakamlardan bahsedeyim. MUBI’deki filmler önce sinemada gösteriliyor. Tüm haklarını satın alıyoruz. Ben bir filmi sinemada gösterdiğim zaman, tüketicinin ödediği on pound’un üçü bana geliyor. O filmi seyretmek için MUBI’ye geldiği takdirde ortalama 24 ay kalıyor. Her ay on pound veriyor bana. Bu yüzden Netflix’in umurunda değil sinemada içeriğinin gösterilmesi. Çünkü hiçbir gelir getirmiyor. O filmin ‘exclusive’ Netflix’e gelmesi önemli. Bizim sinemada bunları göstermemizin sebebi tamamen felsefi. Ekonomik değil. Biz sinemayı değiştirmeye değil, daha ulaşılabilir kılmaya çalışıyoruz. Ama ekonomik olarak yarattığımız değer de sinema sektörüne geri dönüyor.

Sinema salonlarının geleceğini nasıl görüyorsunuz?

AVM’lerdekiler eskisi gibi dolmayacaklar. Çünkü büyük stüdyolar; NBC, Universal, Warner Bros., Sony, Paramount, kendileri direkt seyirciye gitmeye başladılar. Kendi platformlarında yapımlarını gösterdiklerinde daha büyük değer elde edeceklerini görüyorlar. Pandemi bu süreci hızlandırdı. Warner Bros. Dune gibi filmlerini aynı anda hem sinemada hem HBO’da gösterecek. Şimdi sen Dune’u çok daha ucuza evde seyredilme imkanı bulduğun zaman, bunu tercih edeceksin. Dolayısıyla sinema salonlarının geleceği iyi değil. Ama bağımsız salonlar hala revaçta olacak.

Dijital platformların sayısının artmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Büyüyen her sektöre birçok oyuncu elbette girmek isteyecektir. Ama bu iş çok zor bir iş. Biz tam 14 senedir çalışıyoruz. İlk 10 sene çok zordu. Ancak son 3-4 senede büyüdük. Türkiye’de son bir senede duyulmaya başladık. O yüzden kolay bir iş değil bu. Yerel platformlar her ülkede olacaktır. Ama globalde 4-5 oyuncu olur. MUBI onlardan biri olma hedefinde. Çok daha küçük bir pazara hitap ediyoruz elbette. Tüm dünyanın yüzde 85’i MUBI’nin filmleriyle ilgilenmiyor. Ama o yüzde 15’e herkesten daha iyi servis verebilmeyi hedefliyoruz.

SERKAN KESKİN/ Oyuncu

Sizin için kamera karşısında ya da tiyatro sahnesinde olmak arasında bir fark var mı? Oyunculuğa yaklaşımınız farklılaşıyor mu?

Benim için hiçbir farkı yok. “Tiyatroda şöyle oynarım, sinemada böyle oynarım” gibi bir farkı yok en azından. Tabii ki teknik olarak koşulların getirdiği bazı farklılıklar var ama bakış açım, role baktığım yer ya da iç olarak role hazırlandığım yerde hiçbir fark yok. İkisi de aynı şey benim için.

Canlandırdığınız karakterlere hazırlanırken nasıl bir yöntem izliyorsunuz? Sizce bir karakteri güçlü yapan şey nedir?

Karakterlere hazırlanırken ve sonrasında onu canlandırırken çok farklı bir yöntem uygulamıyorum. Karakterin senaryoya, filme ya da oyuna hizmet ettiği yerden en doğru şekilde oynanması önceliğim oluyor. Ne anlattığı, ne söylemeye çalıştığı, o sahneye ve o metne karakterin nasıl bir katkısı olduğu ve doğru oynandığında o metni nasıl daha doğru kıldığı gibi şeylerle ilgileniyorum. Bence bir karakteri en güçlü kılan şey; samimiyet. Doğru olması; ne söylediğini, ne anlattığını biliyor olması ve onu en samimi şekilde anlatabilmesi benim için en önemli şey.

Çalıştığınız farklı yönetmenlerden neler öğreniyorsunuz? Kendinizi özellikle yakın hissettiğiniz bir yönetmen var mı?

Kendimi yakın hissettiğim için; söylediği söze ya da yaratmaya çalıştığı dünyaya, yazdığı senaryoya yakın hissettiğim için zaten o yönetmenlerle çalışıyorum. Çok spesifik, “Şu yönetmene kendimi yakın hissediyorum” gibi bir şey söyleyemem. Hepsinin sette; yazdığı senaryoyla, anlattığı hikayeyle, derdi olan şeyle ilgili ne anlatmak istediğine dair bakış açısını merak ediyorum. Her birinin farklı bir anlatım dili ve farklı bir derdi var. Hepsinin baktığı yerden bakmaya çalışıp hepsinin bakış açısını öğrenmeye çalışıyorum.

Günümüz Türkiye sinemasında sizi neler heyecanlandırıyor?

Günümüz Türkiye sinemasında beni en çok gençler heyecanlandırıyor diyebilirim. Yeni sinemacıların yeni hikayeleri, anlatım dilleri ve yapmak istediği şeyler beni çok heyecanlandırıyor. Öyle hikayelerin içinde olduğumda kendimi ayrıca mutlu hissediyorum.

Sinema endüstrisinin geleceğini bir oyuncu olarak nasıl görüyorsunuz?

Günümüz Türkiye sinemasının geleceğini şu anki koşullardan dolayı çok fazla öngöremiyorum. Ama yaşanılan ancak henüz anlatılmamış birçok şey var ve yaşadığımız bir sürü şeyin anlatılacağına dair umudum da var. Şu an üzerine konuştuğumuz ‘ne oluyor, neydi, bu nasıl oldu?’ gibi ülkeyle ve dünyayla ilgili şeylerle, yaşadıklarımızı izleyebilmek ve bunları çekebilmek, dünyaya, ülkeye dair bir şey söyleyebilmek, gelecek adına beni heyecanlandırıyor.

Tüm bu teknolojik gelişimler sizin kariyerinize nasıl yansıyor?

Şu an çok fazla dijital platformun ve daha özgür bir dünyanın olması, insanların bir şeylere umutlanması için çok önemli. İyi ya da kötü artık her şeyin daha fazla üretildiği bir dönemin içinde olduğumuza inanıyorum. Bizim de en son Reha (Erdem) Abi’yle yaptığımız filmin; aslında bir araya gelindiğinde, anlatmak istediğiniz bir derdiniz olduğunda, illa çok zaman ve çok para olmadan, iyi bir ekiple, iyi bir senaryoyla, teknolojiyi kullanarak da yapılabileceğinin iyi bir örneği olduğunu düşünüyorum.

ECE YÖRENÇ/ Senarist

Aşkı-Memnu, Fatmagül’ün Suçu Ne, Kuzey Güney ve Yaprak Dökümü dahil olmak üzere, Türk televizyon tarihinin en popüler dizilerinde senarist olarak sizin adınız var. Sizce bu yapımları diğerlerine oranla farklı kılan şey neydi?

Hepsinin ortak özelliği başarılı olmaları. Diğer dizilerden farkını bilemem ama hepsi seyircide birebir karşılık buldu. Yaprak Dökümü dizisinin arka jeneriğinde “Her aile bir ağaçtır, bazen yapraklar yeşerir, bazen solar, siz de mutlu aile fotoğraflarınızı bizimle paylaşın” diye yazmıştık. 178 bölüm (beş buçuk yıl) boyunca son jenerikte gerçek izleyicilerin aile fotoğraflarını yayınladık. İzleyenler kendi ailelerinin kıymetini daha iyi anladılar diye düşünüyorum.

Aşk-ı Memnu’nun bu kadar popüler olmasının sebebi sizce nedir?

Yaprak Dökümü’nü yazarken Aşk-ı Memnu kitabının dizi hakları için başvurduğumuzda başka bir yapım şirketinde olduğunu öğrendik. İki yıl kitabın haklarını sessizce bekledik. Yıllar sonra, kitabı dizi yapmak için çalışan ilk ekipteki senarist arkadaşıma niye yapmadıklarını sordum. “Kitabın içinde tek bir frapan hikaye vardı” diye cevapladı. Hak verdim. Aşk-ı Memnu’da Halit Ziya Uşaklıgil, karakterlerinin psikolojilerini uzun uzun anlatır. Bizi sondaki trajedi için hazırlar. Kitabı okurken de sonlara doğru heyecandan soluğunuzu tutamazsınız. Biz de iki yıl boyunca her bölümün duygu temposunun böyle olmasına çabaladık. Aşk-ı Memnu henüz masadayken bile bu işin birçok bakımdan çok konuşulan bir iş olmasını hayal ediyorduk. Doğru kişiler bir araya geldi ve unutulmaz bir iş oldu.

Bu dizinin hemen ardından yine Beren Saat’le Fatma Gül’ün Suçu Ne için çalışıyorsunuz.

Fatmagül’ün Suçu Ne’yi yazmaya başladığımızda Aşk-ı Memnu devam ediyordu ve Fatmagül rolü için kafamızda Beren Saat’ten başka bir isim yoktu. Türkiye’nin büyük bir çoğunluğunu cemiyet hayatında çok tanınan Bihter Ziyagil olduğuna inandıran Beren, üç ay sonra bambaşka bir dünyanın içinde şiddet mağduru bir kadın olarak hakkını arayan Fatmagül olduğuna inandırdı herkesi. Hikayenin odağı çok güçlüydü ama orijinal hikayedeki Fatmagül daha edilgen bir kadındı. Bizim Fatmagül’ümüz hakkını aradı. Bütün kitlelere “susma” diye bağırdı hatta. Hikayesi önce bizim coğrafyamızda başladı. Şimdi dünyanın dört bir yanında, bambaşka dillerde “susma” demeye devam ediyor.

Parçası olduğunuz dizilerin senaryosunu yaratırken nelere dikkat ediyorsunuz? Sizce bir diziyi iyi yapan şey nedir?

Bir diziyi en iyi yapan şey hikayesi ve hikayesinin inandırıcılığıdır. Eğer herhangi bir karakterle empati kuramazsanız, o diziyi izlemezsiniz.

Tüm bu yeni nesil dijital platformlar dizileri ve senaryoları nasıl etkiliyor?

Bizdeki televizyon dizileri başlı başına ayrı bir konsept. Dünyada örneği olduğunu sanmıyorum. Bu kadar uzun süreli, böyle pahalı prodüksiyonlu diziler yok. Her hafta bir kitap yazıp her bölüm iki saatlik bir film izliyorsunuz. Ben 2017 yılından beri artık televizyona bu şartlarda dizi yazmamaya karar verdim. Dijital dünya geleceğimiz

Televizyon dünyasının ve dizi sektörünün geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Televizyonlar yarışmalarıyla, kültür sanat programlarıyla, tartışma programlarıyla gerçek yayın akışlarına dönmeli. Diziler kablo TV’lerde veya dijital yayın yapan platformlarda yayınlanmalı, sansür kalkmalı. Benim arzum isteğim budur.

Fotoğraf YAĞIZ YEŞİLKAYA

Author: Alper Bahçekapılı

RELATED POSTS