Londra’dan İstanbul’a: Nilüfer Yanya

MusicJanuary 30, 2017
Londra’dan İstanbul’a: Nilüfer Yanya

Yüzlerce, binlerce, hayal edebileceğimizden çok daha fazla sayıda müzisyen keşfedilmeyi bekliyor. Alternatiflere ulaşmanın sınırsızlığı karşısında müzisyenlerin kalıcı bir ilgiyi üzerlerinde toplaması pek de kolay değil. Görünen o ki, Nilüfer Yanya bu konuda pek de sıkıntı çekmiyor…

Nilüfer Yanya, 21 yaşındaki, Londra doğumlu müzisyen henüz bir albüm dahi yayınlamadı. Hatta albüm bir yana, dinleyebileceğiniz Small Crimes ve Keep On Calling’in başı çektiği sadece birkaç şarkısı var. Ama bu Nilüfer Yanya’nın BBC World, The Times, NME, i-D gibi birçok değerli yayın organının yeni gözdesi olmasına engel teşkil etmemiş. Üstelik sadece basının yıldızı değil Nilüfer Yanya. Takipçileri bu kısa sürede o kadar artmış durumda ki, daha şimdiden İngiltere’nin farklı şehirlerinin yanı sıra Paris, Amsterdam, Berlin gibi birçok yerde de sahne alabilmiş. Yazının yayımlandığı tarihte İstanbul’daki ilk konserini de Salon İKSV’de gerçekleştirmiş olacak. Yıldızı oldukça hızlı şekilde parlayan müzisyenle, İstanbul’un kara gömüldüğü ve bazı şeyleri kısa bir süreliğine unuttuğumuz o güzel haftada, telefonla konuştuk.

Ahizenin öteki ucundan, Chelsea / Londra’daki evinden duyulan sesi, Nilüfer’le hızlı bir yakınlık kurmanızı sağlıyor. Sesinde hem samimiyetin ve mütevazılığın nezaketi, hem de şimdiden hayli profesyonelleşmiş bir müzisyenin sakinliği hissediliyor. Zira yaptığı işe çok hakim. Bu hakimiyet de küçük yaşta müziğe başlamış olmasından kaynaklanıyor. “6 yaşındayken piyanoya başladım. 12 yaşlarındayken de gitar çalıyordum,” diye anlatıyor. “Herhalde şarkı yazmaya da aynı dönemde başlamışımdır,” diye ekliyor. Kendi şarkılarını yazmaya başlamadan önce neler çaldığından söz açılıyor. Cover’larla arası nasıldı? Zira Nilüfer’in bu sene yayınlanan bir toplamadaki Pixies’in Hey’ine yaptığı cover da hayli beğeni topladı. “En sevdiğim şarkılardan biridir,” diye söze başlıyor Nilüfer. “O şarkıyı her zaman ‘cover’lamak istemiştim. Ama yapmam için bir vesile olmamıştı. Aslında her zaman kendi şarkılarımı yazdım,” diye devam ediyor. “Pixies ‘cover’ı muhtemelen yaptığım tek ‘cover’dır. Elbette herkes gençliğinde başkalarının şarkılarını çalarak müziği öğreniyor. Ama ben her zaman (kendiminkileri) yazdım.”

Söz Nilüfer’in ailesinden açılıyor. Kökleri hayli farklı yerlere dayanıyor Nilüfer’in. Annesi yarı İrlandalı, yarı Barbadoslu bir ailenin çocuğu. Babası ise İstanbul’dan. Her ikisi de sanatçı olan anne ve babası Londra’da tanışmışlar. Ailesinin müziğini ne kadar etkilediğinden konuşmaya başlıyoruz. “Annem sıklıkla klasik müzik çalardı. Beethoven, Mozart, Chopin. Böyle şeyler. Piyanoda bunları çok çalardım. Babam ise klasik Türk müziği dinlerdi. Fakat bunların (müziğimi) ne kadar etkilediğini bilmiyorum.” Sanat ve özellikle müzik açısından dünyanın en aktif şehirlerinden birisi Londra. Yaşadığı bu şehir üzerine konuşmaya başladığımızda günlük rutinlerinden bahsediyor Nilüfer. Daha geçtiğimiz günlerde Tate Modern’da gezdiği, Kübalı sanatçı Wilfredo Lam’in sergisini anlatıyor keyifle. Elbette bu şehir onun yaratım sürecini de derinden etkiliyor. “Müzik ve sanat açısından olan bitenle sıkı bir şekilde bağlısınız. Londra’da müzik trendleri çok hızlı değişiyor. Dolayısıyla olan bitenden her zaman haberiniz oluyor. Elbette şehirde birçok farklı insan da var. Her şey sizi aynı anda etkiliyor.” Sadece birkaç şarkıyla bu ilginin nasıl geldiğini soruyorum. Sesine yansıyan heyecanla ve mutlulukla cevap veriyor. “Bilemiyorum. Gerçekten çok heyecan verici. Çok şaşkınım. Fakat her zaman müzik yapmak istemiştim. Dinleyici beğenmiş gözüküyor.

Bugünlerde herkes aynı şeyler hakkında şarkı söylüyor. Pop müzik harika olsa da, orada deneylere pek yer yok. Alternatif müzikte bile insanlar ‘hit’ şarkıları bulmaya çalışıyor. Ama insanlar bir yandan da farklı şeyleri takdir ediyorlar.

Bu takdirden payını elbette Nilüfer Yanya da fazlasıyla alıyor. Gitarının temiz, caz tonu birçoklarına Jeff Buckley’ı hatırlatıyor. O ise Buckley’nin yanı sıra Nina Simone’u da ilham kaynakları arasında sayıyor. “Jeff Buckley’i ve Nina Simone’u ilk kez dinlemeye başladığımda sanırım 16 yaşındaydım,” diye anlatıyor. “Onların müziğini duyduğumda biraz büyümüştüm. Çocukken müziğe daha ziyade tepki veriyorsunuz. Ama büyüdüğünüzdeyse müziğin kendisi hakkında düşünebiliyorsunuz. Bence onların kariyerleri ve hayatları üzerine okumak son derece etkileyici. Özümsenecek çok şey var. Müziklerini dinlemek bir yolculuk gibi.”

Her iki müzisyenin de hayatları oldukça trajikti. Jeff Buckley son derece erken bir ölümle aramızdan ayrıldı. Nina Simone ise tam aksine uzun süren yaşamı boyunca onu kelepçeleyen akıl hastalıklarıyla talihsizce mücadele etti. Acaba bu felaketler müziğin kendisini besliyor mu? “Bilemiyorum,” diyor Nilüfer Yanya. “Birisiyle ayrılıyorsun ve insanlar, ‘O zaman güzel şarkılar yazacaksın,’ diyorlar. Bunun doğru olduğunu düşünmüyorum. Bir şey yazmak, resmetmek, yaratmak için gerçekten iyi bir ruh halinde olmalısın. Bunun bize gösterdiği şey şu; eğer gerçekten yaratmak istiyorsan içinde bulunduğun her durumda yaratırsın. Hastaysan ya da kötü durumdaysan, bunun önemi yoktur…”

Yaratıcılık tek başına elbette yeterli değil. O yaratıcılığı somut hale getirecek bir eğitimin gerekliliğine de inanıyor Nilüfer Yanya. Bahçesinden çalınan bisikleti üzerine yazdığı ilk single’ı Small Crimes da bu eğitimden payını almış. Adından sıklıkla bahsettiği, şimdilerde Oxford’da eğitim veren hocası Sorana Santos’dan The Centre for Young Musicians’da şarkı besteleme dersleri almış Nilüfer Yanya. “(Pimlico’daki) önceki okulumda da iyi bir müzik departmanı vardı. Harika hocalarımız, korolarımız, orkestralarımız, caz topluluklarımız vardı. Onlarla turneye giderdin. Daha okuldayken kendini müzisyen gibi hissederdin. Şimdilerde devletin sanata ve müziğe yatırdığı fonların büyük kısmını kesmesi talihsizlik. Birçok çocuk ve genç böyle şeyler deneyimleyemeyecek,” diye anlatıyor müzik eğitimine verdiği değeri.

Yaratıcılık ve iyi bir eğitimin yanı sıra Nilüfer Yanya son derece sağlam bir menajerlik şirketiyle de çalışıyor. Parçası olduğu Red Light Management birçok önemli isme ev sahipliği yapıyor. Bunların arasında Giorgio Moroder, Belle and Sebastian, Herbie Hancock gibileri de mevcut. Bu dijital çağda bir plak şirketinin parçası olmanın ve bir menajerle çalışmanın etkisini yorumluyor Nilüfer Yanya. “Etrafınızda iyi bir takım olması önemli. Size yardım edecek, destekleyecek, doğru kontaklara sahip bir takım… Fakat müziğin dijitalleşmesiyle plak şirketleri çok demode kaldı. Bir plak şirketine gerçekten ihtiyacınız olduğunu düşünmüyorum. Ama turnede olmak istiyorsanız, yardıma mutlaka ihtiyacınız var.”

Görünen o ki Nilüfer Yanya’nın bu sene yardıma fazlasıyla ihtiyacı olacak. Live at Leeds, Latitude, The Great Escape gibi sahne alması şimdiden kesinleşen birçok festivale ek olarak, Avrupa’nın farklı başkentlerinde de konser vermeye devam edecek Yanya. Sıradaki konserinin gerçekleşeceği, uzun zamandır ziyaret etmediği İstanbul’dan konuşurken ise, “Kar yağıyor değil mi?” diye soruyor. Dışarıda lapa lapa yağan iri kar tanelerine bakıp onu dinlemeye devam ediyorum. “Evet, kar yağıyor.” Ailesinin bir kısmının halen İstanbul’da yaşadığından bahsediyor. Tüm bunları da huzur ve mutluluk dolu bir ses tonuyla gerçekleştiriyor. Nilüfer Yanya’nın pozitif enerjisi uzun mesafelerden dahi size ulaşabiliyor. Bir de kulaklığınızı takıp onun müziğini yakından dinleyin. Şu soğuk kış günlerinde sizi üşümekten koruyacağı kesin.

Fotoğraf: Hollie Fernando
Author: Alper Bahçekapılı

RELATED POSTS